İlk bölümde insanların Kuran’ı dinlememelerine ve gerçeklerden kaçmalarına nelerin neden olduğunu ayetler doğrultusunda açıkladık. Bu nedenlerin yanı sıra bir de insanları, Kuran’daki gerçeklerden kaçmaya ve inkar etmeye teşvik eden, onları yanlış yola yönlendiren ve türlü yöntemlerle olumsuz şekilde etkilemeye çalışan bazı kimseler vardır. Bu kişiler, şeytanın telkinlerine sözcülük yapan ve çoğu zaman toplum üzerinde hakimiyet kurmuş, lider vasıflı kişilerdir. Amaçları ise dinsizliğin insanlar arasında yaygınlaşması için çalışmak, Kuran ahlakının yaşanmasını engellemektir.
Bu kişilerin sayıca çok fazla olmaları gerekmez. Toplum üzerinde maddi ve manevi anlamda etkin olan, ekonomik gücü ellerinde bulunduran veya toplumun düşünce yapısını yönlendirebilecek araçlara sahip kişiler olmaları yeterlidir. Bu şekilde istedikleri yöndeki telkinleri kolaylıkla kitlelere ulaştırabilir, insanları kolaylıkla yönlendirebilirler. Bu araçlar sayesinde insanların çoğunluğunu istedikleri şekilde düşündürmeyi, konuşturmayı, hayatlarını şekillendirmeyi başarırlar.
İnkar edenlerin önde gelenlerinin bu yanlış yönlendirmeleri genel olarak halk arasında teslimiyetle karşılanır. Bu kişilerin nihai hedeflerinin farkında olmayan, dünya hayatının koşuşturmasına kendini kaptırmış insanlar, neyin peşinde olduklarını ve nasıl bir hayatın içine girdiklerini bilmeden bu kişilerin gösterdiği yolu izlerler. Onların ağızlarından çıkan her sözü hemen kabul eder, büyük bir titizlikle uygular ve tüm hayatlarını buna göre şekillendirmekten kaçınmazlar.
Tarih bu gibi kötülüğün önderleriyle doludur. Yakın tarihimizde Stalin, Hitler, Franco, Mussolini, Mao gibi eli kanlı liderler inkarcıların önderleri olmuşlardır. Bu kişiler, iktidar sahibi oldukları dönemlerde insanların tüm hayatlarını kendi kontrolleri altına almışlar, düşüncelerini, günlük hayatlarını, sosyal yaşamlarını bizzat kendileri yönlendirmişlerdir. Tüm iletişim araçlarını kendi düşünceleri doğrultusunda kullanmış, istedikleri şekilde eğitim verilmesini sağlamış, istedikleri kitapların okunmasına izin vermiş, istemediklerini toplu halde imha etmişlerdir. Farklı düşüncelerin varlığına dahi tahammül edememiş, aykırı tüm düşünceleri vahşice ortadan kaldırmışlardır. Dinsizliği insanlar arasında yaymak için her türlü yöntemi denemiş, kiliseleri, camileri tahrip etmiş, dini eğitimi ortadan kaldırmışlardır. Bu kişilerin yaptıkları, Kuran’da bildirildiği gibi, “insanları ateşe çağırmak” olmuştur. Allah Kasas Suresi’nde bu gibi tavırlar içindeki insanların durumunu şu şekilde bildirir:
Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyamet günü yardım görmezler. Bu dünya hayatında onların arkasına lanet düşürdük; kıyamet gününde ise, onlar çirkinleştirilmiş olanlardır. (Kasas Suresi, 41-42)
Ayetlerde haber verilen bu inkarcı önderlerin güçlü telkinleri sayesinde, düşünemeyen, göremeyen, konuşamayan, akledemeyen insanlar ortaya çıkmıştır. Bu kişiler kendilerini yaratanın ve onlara hayat verenin Allah olduğunu göz ardı edip, önder kabul ettikleri kişinin sözüne göre hareket etmiş, onun hoşnut olmayacağı bir tavırda bulunmaktan korkmuşlardır.
İnkarcılar ise önderlerine olan bağlılıkta ve aksi bir fikre karşı yapılacak mücadele konusunda büyük bir kararlılık göstermişlerdir. Bu nedenle de bu kimselerin önderlerinin izni olmaksızın Allah’a iman etmeye davet eden kişileri dinlemeleri, onların kitaplarını okumaları ve Allah’a iman etmeleri mümkün değildir. Kuran’da bildirilen peygamberlerin hayatlarında da bunun örneklerini görmek mümkündür. Çünkü her kavmin içinde insanların elçilere iman etmelerini engellemeye çalışan önde gelenler olmuştur. Örneğin, Hz. Musa Firavun’un kavmini Allah’ın ayetlerine iman etmeleri için davet ettiğinde, kavmi Firavun’un görünürde güç sahibi olmasından dolayı onun önderliğini kabul etmiş ve onun verdiği emirlere doğruluğu-yanlışlığı üzerinde düşünmeden uymuşlardır. Ancak ayetlerde Firavun’un insanları ateşe çağıran bir önder olduğuna şöyle dikkat çekilmektedir:
Andolsun, Musa’yı ayetlerimizle ve apaçık olan bir delille gönderdik. Firavun’a ve onun önde gelen çevresine. Onlar Firavun’un emrine uymuşlardı. Oysa Firavun’un emri doğruya-götürücü (irşad edici) değildi. O, kıyamet günü kavminin önderliğine geçer, böylece onları ateşe götürmüş olur… (Hud Suresi, 96-98)
Bu liderler, kendilerine bağlı olan insanların nasıl yaşayacaklarına hakim oldukları gibi, nasıl düşüneceklerini de bizzat kendileri belirlerler. Örneğin Firavun’un her türlü delile rağmen Allah’ın varlığını kabul etmemekte direnmesi, hükmettiği topluluğu da aynı saplantı içine sürüklemiştir. Bu bakımdan Kuran’daki Firavun örneği, inkar edenlerin önderleri olan kimselerin, içinde bulundukları toplulukların inançları üzerinde nasıl bir baskı kurduklarının da açık bir göstergesidir:
(Firavun) Dedi ki: “Ona, ben size izin vermeden önce mi inandınız? Şüphesiz, o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür; öyleyse yakında bileceksiniz. Şüphesiz ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve sizin hepinizi gerçekten asıp-sallandıracağım.” (Şuara Suresi, 49)
Ayette de görüldüğü gibi insanları hak dine inanmaktan engelleyen bu liderlerin en büyük özelliklerinden biri, toplumun üzerinde korku ile baskı kurmaya çalışmalarıdır. Bu nedenle de aynı Firavun örneğinde olduğu gibi türlü iftiralarla, tutuklama, halkın gözünde küçük düşürme, öldürme gibi tehditlerle insanları korkutarak, Allah’a iman etmekten engellemeye çalışırlar. Ancak göz ardı ettikleri bir gerçek vardır ki, o da akıl ve iman sahibi müminlerin ne tür bir baskı ya da tehditle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, Allah’tan başka hiçbir şeyden ve hiç kimseden kesinlikle korkmadıklarıdır. Çünkü iman edenler bilirler ki, insan yalnızca Allah’a karşı sorumludur ve yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak için yaşamalıdır. Nitekim Firavun kıssasında da gördüğümüz gibi, Hz. Musa’nın getirdiği apaçık delilleri gören sihirbazlar, Allah’a olan imanları ve samimiyetleri nedeniyle Firavun’un tehditlerine itibar etmemiş ve Allah’a iman ettiklerini ifade etmişlerdir:
Ve sihirbazlar secdeye kapandılar. “Alemlerin Rabbine iman ettik” dediler. “Musa’nın ve Harun’un Rabbine”. Firavun: “Ben size izin vermeden önce O’na iman ettiniz, öyle mi? Mutlaka bu, halkı buradan sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız bir tuzaktır. Öyleyse siz (buna karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz.” Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi idam edeceğim.” (Onlar daJ “Biz de şüphesiz Rabbimiz’e döneceğiz” dediler. “Oysa sen, yalnızca, bize geldiğinde Rabbimiz’in ayetlerine inanmamızdan başka bir nedenle bizden intikam almıyorsun. Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür.” (Araf Suresi, 120-126)
Allah bir başka ayetinde iman eden sihirbazların Firavun’a karşı çıkarak aldıkları cesur kararlarını şöyle dile getirdiklerini bildirmektedir:
Dediler ki: “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla ‘tercih edip-seçmeyiz.” Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin.” (Taha Suresi, 72)
Önderlerine bağlılıktan ötürü kendi akıl ve vicdanlarıyla düşünmeyen, dolayısıyla da Kuran’ı rehber edinmeyenlerin örneği, Firavun izin vermediği için iman etmeyen kavmin durumuna benzemektedir. Bu insanlar, Allah’ın varlığından ve O’nun dışında hiç kimsenin ya da hiçbir şeyin müstakil bir gücü olamayacağından gafil olduklarından, yaşadıkları korkunun ne kadar anlamsız olduğunun farkına varamazlar. Halbuki kendilerinden korktukları, dolayısıyla emrine girdikleri kimseler aslında hiçbir güçleri olmayan, Allah’ın yarattığı kadere tabi yaşayan kendileri gibi aciz insanlardır. Örneğin Firavun, yaşadığı dönemde halkına büyük bir baskı kurmuş ve zulmetmiş olan dünyada güç sahibi görünen bir liderdir. Ama ayetlerde haber verildiği gibi Firavun, “ancak dünya hayatında hükmünü yürütebilir”. Ne sahip olduğu mal-mülk, ne kurduğu krallıklar onu ölümden kurtaramamıştır. Onun da kısa süren ömrü her insan gibi kaçınılmaz olan ölümle sonuçlanmıştır. Kavminin Allah’a iman etmesini engellemek için verdiği emirlerden ise geriye hiçbir şey kalmamıştır.
Nitekim önderlerinin telkin ve baskılarını mazeret göstererek Kuran’ın emirlerinden kaçan insanlar, Allah’ın huzuruna çıkarıldıklarında korkup emirlerine uydukları bu liderlerden hiçbirini bir yardımcı ya da koruyucu olarak yanlarında bulamayacaklardır. Herkes tek başına hesap verecek ve tüm yapıp ettikleri eksiksiz olarak önlerine getirilecektir. Dolayısıyla küfrün önderlerinin dünyadaki güç, zenginlik, ihtişam, iktidar sahibi görünümleri yanıltıcıdır. Allah küfrün önde gelenlerinin, kendi nefislerine bile yardıma güçlerinin yetmeyeceğini şu şekilde belirtmiştir:
De ki: “Gece ve gündüz sizi Rahman (olan Allah)tan kim koruyabilir?” Hayır, onlar Rablerini zikirden yüz çevirenlerdir. Yoksa Bize karşı kendilerini, engelleyerek koruyabilecek ilahları mı var? Onların kendi nefislerine bile yardıma güçleri yetmez ve onlar Bizden yakınlık bulamazlar. Evet, Biz onları ve atalarını yararlandırdık; öyle ki, ömür onlara (hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun geldi. Fakat şimdi, Bizim gerçekten yere gelip onu etrafından eksiltmekte olduğumuzu görmüyorlar mı? Şu halde, üstün gelenler onlar mı? (Enbiya Suresi, 42-44)
Allah’tan başka varlıkları güç sahibi kabul etmek, onların hakimiyetine girmek, bu kişilerin tüm düşünce, inanç ve ahlaki değerlerini yönlendirmelerine izin vererek, kendi inanç ve düşüncelerini yitirmek büyük bir gaflet ve akılsızlıktır. Aslında bu durum, düşünmeyen, iradesini kullanmayan, zayıf toplumlardaki güdülme psikolojisinden ileri gelir. Bu insanlara hazır olanı düşünmek, daha önceden denenmiş olanı uygulamak ve hiçbir sorumluluk almamak daha kolay geldiği için, kendileri düşünmeyi, okuyup öğrenmeyi, araştırmayı zor görürler. Hatta önder kabul ettikleri kişilerin hayatta olması gibi bir koşul gözetmeksizin, bu kişinin bir kitabını okumayı onun bakış açısını benimsemek için yeterli görebilirler. Bu kişinin yorumunda bir sağlıksızlık ve sapkınlık var mı, ön yargılı mı taraflı mı diye düşünmeyip, bunları hesaba katmaksızın, kendilerine sunulan hemen her fikri yol gösterici edinirler. Marx’ın, Mao’nun, Lenin’in, Stalin’in, Mussolini’nin, Hitler’in, Darwin’in ve bunlar gibi daha pek çok dinsiz fikri ya da siyasi önderin insanların düşünceleri üzerinde hala bu kadar etkili olması bu anlayışın çok önemli bir örneğidir.
Ancak bu anlayış yanlış olduğu gibi, bir o kadar da tehlikelidir. İnsan bilgisizlikten, vicdanının sesini yeterince dinlemediğinden ve başka sebeplerden dolayı Allah’a iman etmesi için yapılan davetleri dinlememiş olabilir. Ancak doğruyu gördüğü anda, hemen kabul etmesi en akılcı olanıdır. Bile bile yanlışta ısrar etmek, direnmek, doğru olanı uygulamayı reddetmek çok büyük bir akılsızlıktır. Gerçekte doğruyu uygulamak güzel bir meziyetken, bunu bir zaaf olarak görmek, insanların ne düşüneceğini hesaplamak ve itibarını korumaya çalışmak insanı hem dünyada hem da ahirette asıl kayba uğratacak olandır. Halbuki bu kararı vermek ve kayıtsız şartsız Kuran’a ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetine uymak vicdanlı ve samimi , medeni ve cesur bir harekettir. Aynı zamanda bunu yapabilen insan ne kadar güçlü, dürüst ve sağlam karakterli olduğunu da kanıtlamış olur. Asıl zaaf, şeytanın telkinleri karşısında sessiz kalmak, şeytana itaat etmektir.
ŞEYTANIN FIRKASINDAN OLMAK…
İnsanların hak dinle gelen elçilere ya da elçilerin yoluna davet eden samimi Müslümanlara karşı inkarcı tavırları tarih boyunca hep benzerlik göstermiştir. Kavmin ileri gelenleri elçinin sözünü dinlememek, çağırdığı hak dine uymamak için hep benzer mazeretler öne sürmüş, kaçmak için hep aynı yöntemleri kullanmışlardır. Peki bu benzerliğin, aynı sözlerle ve aynı tavırlarla karşılık vermelerinin nedeni nedir? Hepsinin birlikte ortak olarak okudukları bir kitap mı vardır? Yoksa bu kişiler ilk insan var olduğundan beri hep aynı kişinin yolunu mu izlemektedirler?
Bunun nedeni din ahlakından uzak kişilerin hep aynı yerden emir almaları, aynı önderin sözünü dinlemeleridir aslında. İnsanların Allah’a iman etmelerini, elçilerin sözüne itaat etmelerini, hidayet bulmalarını, Allah’ın hak kitabı olan Kuran’a uymalarını engelleyen bu önder “şeytan”dır.
Önceki bölümde insanları inkara teşvik edenlerin toplumun liderleri olduklarından, insanları ellerindeki çeşitli araçlar ve türlü yöntemlerle etkileyerek, doğru yoldan saptırdıklarından bahsettik. Ancak maddi ya da manevi etki sahibi olan bu kişiler de aslında şeytanın emir ve telkinleriyle hareket etmekte, onun sözünü dinlemektedirler.
Allah “… Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar” (Nisa Suresi, 117)
ayetiyle insanların şeytanın yolunu takip etmekle, hayırdan da uzaklaştıklarını bildirmektedir. Dolayısıyla şeytan bu kişilerin gerçek önderi olarak onları türlü vaatlerle saptırmakta, aynı onların halka yaptıkları gibi, türlü telkin ve vesveselerle Allah’ın hak dininden uzak tutmaktadır. Oysa insanlar şeytanı kendilerine dost ve veli edinmekle çok büyük azapla sonuçlanacak bir yola adım atmış olurlar. Çünkü Kuran’da bildirildiği gibi, “… Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o.” (Nisa Suresi, 38)
İnsan şeytanı dost edindiği zaman onun tavsiyeleriyle, ilhamıyla ve emirleriyle hareket etmeye başlar. Bir işe başlamadan, bir konuşma yapmadan ya da bir karar almadan önce hep bu sahte dostuna danışır. Her işini şeytanla istişare eder, şeytanla birlikte planlar. Allah bir ayetinde şu şekilde bildirmektedir:
İnsanlardan kimi, Allah hakkında bilgisi olmaksızın tartışır durur ve her azgın-kaypak şeytanının peşine düşer. Ona yazılmıştır: “Kim onu veli edinirse, şüphesiz o (şeytan) onu şaşırtıp-saptırır ve onu çılgın ateşin azabına yöneltir.” (Hac Suresi, 3-4)
Ayette de bildirildiği gibi şeytanın dostu olanlar, onu kendilerine veli edinenler, Allah’ın dinine karşı savaş açanlar, şiddetli tartışmalara girenler ve doğru yoldan sapanlardır. Bu kişiler, şeytanın Allah’ın dinine karşı açtığı savaşta onun yanında yer alır, adeta onun ordusunun bir neferi haline gelirler. Böyle bir insan, ayette de bildirildiği gibi, “… kendi Rabbine karşı (şeytana) arka çıkandır.” (Furkan Suresi, 55)
Şeytanın yapacağı ilk şey Allah’ın varlığını, her yeri sarıp kuşattığını ve insanların var oluş amaçlarını kendi tabilerine unutturmaktır. Allah, elçileri ve hak kitapları aracılığıyla insanlara, kendilerini yoktan yaratan, yaşatan, rızıklandıran ve güzel bir ahlak gösterdikleri takdirde kendilerine sonsuza kadar çok güzel bir hayat vaat ettiğini bildirir. İnsanlara bu yüzden Kendisine karşı sorumlu olduklarını ve Kuran ile bildirdiği sınırları korumakla mükellef olduklarını hatırlatır. Şeytan ise kendi fırkasına kimseye karşı bir sorumlulukları olmadığı, yaptıkları tavırların, söyledikleri sözlerin hesabını vermeyecekleri, insanın sadece kendine karşı sorumlu olduğu, dolayısıyla her türlü azgınlık ve sapkınlığı yaşamasında hiçbir sakınca olmadığı yalanlarını telkin eder.
Örneğin Allah Kuran’da 5 vakit namazın kılınmasını emretmektedir. Namaz İslam’ın esaslarından biridir. Değerli Peygamberimiz (sav) bir hadisinde şöyle buyurur:
“İslam (dini) beş (esas) üzerine kurulmuştur: Allah’dan başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed (sav)’in Allah’ın Resulü olduğuna şehadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekatı vermek, beyt (-i Şerif)i ziyaret etmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.” (Riyazü’s Salihin, İmamı Nevevi, Bedir Yayınları, s.668)
Şeytan ise namazı kendince zor gösterecek bahaneler öne sürdürmeye çalışır. Kimi zaman işle ilgili bir toplantı, kimi zaman trafik sıkışıklığı, seyahat, uçağın ya da otobüsün saati, bazen vakit darlığı gibi durumlar insanın karşısına çıkabilir. Ancak iman edenler bunları güzel bir fırsat olarak görür ve namazlarını her ne olursa olsun mutlaka vaktinde kılma konusunda kararlılık gösterirler. İman sahibi olmayan, Kuran’ı rehber edinmeyen kimselerse şeytanın bu telkinlerini kolaylıkla kabul ederler.
Allah Kuran’dan yüz çevirenlerin durumunu bir ayette şöyle haber vermektedir:
Onlara kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu. (A’raf Suresi, 175)
Bu telkinlere kapılanlar sanki hiç ölmeyecekmiş, dünyadaki hayatları hiç sona ermeyecekmiş gibi boşvermişlik ve umursuzluk içinde yaşarlar. Din ahlakını ve Allah’ın koyduğu sınırları görmezlikten gelerek mutlu bir hayat süreceklerini ümit ederler. Kendilerini kuşatan gerçekleri görmemek, gördükleri şeyleri ise unutmak, akıllarına getirmemek için özel bir çaba sarf ederler. Bunun için de Kuran dışı bir hayat seçerek, Kuran’da bildirilen gerçekleri düşünmemenin, bunlardan kaçmanın ve unutmaya çalışmanın kısacası Kuran’ı dinlememenin bir çözüm olmasını isterler. Ancak yaptıkları hesaplar hiç de şeytanın onlara vaat ettiği gibi olmaz. Aksine Kuran ayetlerinden gaflet içinde geçirdikleri her dakika onlara mutlaka bir sıkıntı ve belayı da beraberinde getirir. Çünkü hiçbir kimseye karşı sorumlu olmayacağına ve yaptıklarından hesaba çekilmeyeceğine inanan bir insan için her türlü ahlaksızlığı, vicdansızlığı yapmak çok kolaydır. İşte bu nedenle de inkarcılar çoğu zaman inanmamakla kalmaz, aynı zamanda elçilerin söylediklerine veya hak kitapların kendilerine okunmasına dahi katlanamayarak, Allah’ın elçilerine ve iman sahibi müminlere karşı saldırgan bir tutum sergilerler.
Tarihin her döneminde inkar eden insanların bu tarz tutumları birbirinin tıpatıp benzeri olmuştur. Çünkü onları yönlendiren yine aynı şeytani güçtür. Bu durum Kuran’da şöyle haber verilmektedir:
… Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli-çağrılarda bulunurlar… (Enam Suresi, 121)
Kuran’ın her ortamda üstün geleceği gerçeğinden habersiz, Allah’ın ayetleri konusunda sonuçsuz bir mücadele yürütenler de, şeytanın yolundan giderek, onun verdiği emirlere kendi akıl ve vicdanlarını kullanmaksızın uyarlar. Ancak şeytanın bu gizli çağrıları gerçekte onları çılgınca yanan bir ateşe götürecektir. Allah bu kişilerle ilgili Kuran’da şöyle haber veriri:
… İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiçbir ilme dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında mücadele edip durur. Onlara; “Allah’ın indirdiklerine uyun” denildiğinde, derler ki; “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.” Şayet şeytan, onları çılgınca yanan ateşin azabına çağırmışsa da mı (buna uyacaklar)? (Lokman Suresi, 20-21)